“Bulutlara bakın, bir duygunun her şeyin rengini bir anlığına değiştirdiğini görebilirsiniz, birden gökyüzü kendini yeniliyor ve o renk kayboluyor. Kendi duygusal hava durumumuzu tanımak ve isimlendirmek en az bunun kadar garip bir iş.” s. 14
“Bazı duygular
gerçekten dünyayı tek bir renge boyayabiliyor, araba kaydığında hissedilen
dehşet ya da aşık olmanın getirdiği öfori mesela. Bazı duyguları ise bulutlar
gibi, yakalaması epey zor.” s. 14
“Bazen duygular
bize değil de biz duygulara aitmişiz gibi geliyor.” s. 15
“Duygulara
öncelikle ve esas olarak birer biyolojik gerçekmiş gibi yaklaşmak bir duygunun
gerçekte ne olduğunun yanlış anlaşılmasına yol açıyor.” s. 15
“Duyguların
bastırılabilir ya da birikip dışa vurulabilir şeyler olduğunu Freud’un
çalışmaları üzerinden düşünebilmeye başladık. Özellikle de çocukluk korkuları
ya da arzuları olmak üzere bazı duygular
da zihinlerimizin en derinlerine çöküp saklanabiliyor ve ancak yıllar sonra
rüyalarda ya da karşı koyulmayan istekler şeklinde hatta baş ağrısı ya da mide
krampları gibi fiziksel semptomlar olarak karşımıza çıkabiliyor.” s. 18
“Duygular aynı
zamanda bizi düpedüz insan yapan şeyler tarafından da tetiklenebiliyor:
kullandığımız dilden ve bedenlerimizi anlamak için kullandığımız kavramlardan,
dini inançlarımız ve ahlaki yargılarımızdan, modadan hatta zamanımızın siyasi
ve ekonomik koşullarından. 17. Yüzyıl soylularından François de La
Rochefoucauld en coşkulu dürtülerimizin bile geleneğe uyum sağlama ihtiyacından
ortaya çıktığını kabul ediyordu: “Bazı insanlar” diyordu iğneleyici bir şekilde
“eğer aşk hakkında konuşulduğunu duymamış olsalardı asla âşık olamazlardı.”
Nasıl ki konuşma, izleme ve okuma, bedenimizdeki uygulanmaları
kışkırtabiliyorsa, onları sakinleştirebiliyor da.” s. 19
“Duygulara
yüklediğimiz anlamlar onları nasıl yaşadığımıza göre değişir. Deneyimlerimiz
bir duyguyu keyifle mi yoksa telaşla mı karşılayacağımızı belirliyor; tadını mı
çıkaracağız, utanacak mıyız? Bu farkları yok sayarsak duygusal deneyimlerimizi
deneyim yapan şeylerin çoğunu kaybetmiş oluruz.” s. 22
“Günümüzde
duygusal sağlık ve bu sağlığa ulaşmak için duygularımızı tanıma ve anlama
mecburiyeti Bhutan’dan İngiltere’ye pek çok ülkede açıkça belirtilmiş bir kamu
politikası. Televizyonu ya da gazeteyi açın, orada bir yerde kalıcı mutluluğa
ulaşmak için tavsiyeler ya da ağlamanın neden faydalı olduğu konusunda bir yazı
olacaktır. Duygularımıza önem vermek yeni bir fikir değil. Antik Yunan’da
Stoacılar bir tutkunun ilk izlerini fark edebilirlerse onu daha iyi kontrol
edebileceklerini düşünüyorlardı. Ensedeki tüylerin ürpermeye başladığı ilk an
yakalanırsa kör bir paniğe kapılmamak konusunda insan kendini ikna edebilir,
diye düşünüyorlardı. 17. Yüzyılın önemli düşünürlerinden, melankolinin
anatomisi konusunda uzmanlaşmış Robert Burton da duygularını fark etmenin
kendisine faydalı olduğunu düşünüyordu ama onun yaklaşımı biraz farklıydı.
Hissettiği çaresizlik ve endişe meraklanmasına neden oldu ve özellikle
geçmişteki yazar ve filozoflara danışarak bu durumu anlamaya çalıştı.
Başlangıçta çok anlamsız görünen melankolisi nihayet anlam kazanınca
hakimiyetini de kaybetti.” s. 24
“Bu cesur yeni
duygusal dünyada bir kâşif olarak öğrendiğim şey de şu: Duygularımızı
anlatırken ihtiyacımız olan şey sözcükleri azaltmak değil. Daha fazlasına
ihtiyacımız var.” s. 27
“Amae:
Çoğumuz zaman
zaman sevdiğimiz birinin kucağına sığınıp sevilip avutulmak isteriz. Bir anlık
hissedilen, tamamen güvende olma hali, önemli ve insanı canlandıran bir etkiye
sahip. Bunun bize verdiği hissi kendi dilimizde aktarmak zor ama Japonya’da
amae olarak biliniyor.
Japonya’da amae
pek çok ilişkinin bir parçası olarak kabul ediliyor, sadece aile içinde değil
arkadaşlar arasında ve işyerinde de. Tabii bu duygunun dereceleri var. Çocuklar
bazen amaeci şekilde davranmakla suçlanabiliyor, örneğin gözlerini kocaman açıp
birinin onlar için bir şey yapmasını beklediklerinde. Ya da ergenlik çağında
biri, bir şekilde geçerim nasıl olsa düşüncesiyle sınavlarına çalışmadığında
amae olmak konusunda uyarılabiliyor. Şımarık bir çocuk gibi davranmak ya da
sırtını başkasına yaslamak olarak çevirileri var.
Ancak bu çeviriler
amae’ye nasıl bir saygıyla yaklaşıldığını hiç iyi yansıtmıyor. Japon
psikanalist Takeo Doi’ye göre amae “bir kişinin sevgisini çantada keklik görmek
ve değerini bilmemek” anlamına geliyor ve bu duygu, karşılığında şükran duyma
gereği görmeden birinden destek aldığımız zaman ortaya çıkıyor. Hatta çok
çalıştığımız zamanlar kendimize de biraz amae göstermemiz teşvik ediliyor. Doi
için amae’yi hissetmek önemli; çünkü çocukluk evresinde gördüğümüz koşulsuz
bakıma bir dönüşü temsil ediyor. Düzenli ilişkileri sağlamlaştıran bir tutkal,
derinlemesine duyulan güvenin bir sembolü.” s. 39
“Tren gördüğünüzde
kendinizi tren yoluna atmak istiyorsunuz. İnsanlar yükseklik korkusundan
bahsediyorlar ama işin aslı uçurumlar konusundaki gerginlik, düşme korkusundan
değil mantıksız bir atlama hevesinden geliyor.” s. 40
“Bir şeyi arzu
edeli çok zaman olmuştu ve bunun üzerimdeki etkisi bir felaketti.” Samuel
Beckett, The End s. 41
“Önünde engel
olmayan bir arzu sadece gelip geçici bir duygudur ve yerini hızla doygunluğa
bırakır. Ama ya yasak olan, reddedilen, ulaşamayacağımız bir yerden parlayan?
Arzularımızın tarihi, kendimizi bu tür şeylerle nasıl kaybettiğimizin
hikâyesidir.” s. 41
“Aşk. Bu kaygan
duygu o kadar önemli ki tüm dikkatleri topluyor ve anlaşılması o kadar zor ki
tekil bir çaba onu tam olarak belirlemeye yetmiyor. Beraber mutlu yaşanmış bir
hayatın sonunda bile aşkın ne olduğunu tam olarak söylemek zor. Orada olduğunu
biliyoruz, olmak zorunda; yoksa nasıl birbirimiz için hâlâ öncelikli olabilir
ve tartışmaları ya da yanlış anlaşılmaları nasıl atlatabilirdik?” s. 48
“Beklenti. “Bekle
ve gör” dedi Büyükanne. Işıklar söndü, perdenin alt kısımları kızıllaştı. Bunu
çok seviyordum ve hep çok sevmiştim, ışıkların söndüğü ve perdenin
kızıllaştığı, muhteşem bir şeyin olacağını bildiğin o ânı. Bundan sonra her şey
mahvolsa bile önemi yok; beklentinin kendisi hep saf kalıyor. Ümitle yola devam
etmek, varmaktan daha iyidir, Perry Amca’nın da dediği gibi. Ben her zaman
ısınma turlarını olayın kendisine tercih ederim. Aslında. Her zaman değil.”
Angela Carter, Wise Children s. 54
“Belirsizlik. Her
şey o kadar belirsiz ki, içimi rahatlatan tam olarak bu.” Tove Jansson,
Moominland Midwinter s. 55
“Can sıkıntısı.
Eline bir kitap alıp bırakıyorsun. Esniyorsun, bir yere yığılıyorsun ve
uzaklara dalıyorsun ama hiçbir şey dikkatini çekmiyor. Can sıkıntısı,
duyguların en çelişkilisi. Sıkışmışlık, eylemsizlik ve ilgisizliğin bir
karışımı: Bir şeylerin değişmesini istiyorsun ama ne olduğunu tam olarak
söyleyemiyorsun.” s. 59
“Gamsızlık. D.H.
Lawrence’a göre umursamamak, kazanılması gereken bir duyguydu.” s. 88
“Hayal kırıklığı.
Vaat edilen plandan/buluşmadan mahrum kalmak, hiçbir şeysiz bırakılmak demek.
Kendimiz için, iyi düzenlenmiş bir ev gibi ayarladığımız inançlar ve planlar
altüst olduğunda hissettiğimiz şeydir bu; beklenen bir terfi ya da ümit edilen
bir konum bizden çekip alındığında.” s. 103
“Hayal kırıklığı
sadece üzüntü izleri bırakmıyor kafa karışıklığı hissettiriyor ve hayatın
baştan şekillendirilmesini gerektirecek yorucu bir ihtimal ortaya çıkarıyor.” s.
104
“Kafa Karışıklığı.
Çoğumuz karışık bir çekmecede bir fiş ararken değerli bir şey bulmuşuzdur.
Benzer şekilde karışık zihinlerimize daldığımızda, aramadığımız fikirler ve
alakalı olduğunu düşünmediğimiz şeyler arasında bağlantılar buluruz.”
“Bir şeyin
olmasını engelleyen herhangi bir şey başka bir şeyi mümkün kılıyor.” s. 134
“Kırılganlık. Bağ
kurma arzusu bizi en çok kırılgan kılan şey. Tökezleyerek çıktığımız tehlikeli
şekilde aydınlık sahnede, tüm kusurlarımızın meydanda olduğu ve aslında ne
istediğimizi söylediğimiz o anlar: seks, affedilmek, bir çocuk. Kırılganlık
ihtiyacımız olan bir şeyi isteyecek cesareti topladığımızda orada, “Bunu
umursuyorum ve senin de umursamanı istiyorum.” Bağlandığımızda, “seni
seviyorum”, “sana güveniyorum” derken orada veya sıcak, sevinçli ya da dehşete
kapılmış hissettiğimizi itiraf ettiğimizde. Göğüs kafesimizden içeri giren bir
rüzgâr gibi. Hoş olmayabiliyor. Korunmasız hissettirebiliyor. Kırılganlık,
Yeats’in şiirinde dendiği gibi, rüyaları serip kimsenin onları ezip
geçmeyeceğini ummak: Hafifçe bas, düşlerimde yürüyorsun.” s. 145
“Mono no aware,
doğrudan, “bir şey”lerin (mono) dokunaklı olması hissi (aware) anlamına geliyor
ve genellikle hayatın geçiciliği karşısında bir iç çekiş olarak anlatılıyor.
Pek çok nüansla dolu bir his: değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul edince gelen
hüzün ve huzur; gelecekte yaşanacak kayıpların önceden tutulan yası; hayatın
zevklerinin biteceğini bilmenin acısı.” s. 186
“Martin
Seligman’ın da bulunduğu pek çok çağdaş filozof ve psikolog, mutluluk yerine
“çiçeklenme” demeyi tercih ediyor. Aşağı yukarı Yunanca eudaimonia kavramına
karşılık gelen ve hakkında yazılmış en etkili açıklama, Aristotales’in
Nikomakhos’a Etik kitabında bulunan bu terim, anlamlı bir hayatın ayrıcalıklar
kadar acılarla da dolu olacağını öne sürer. Mutluluk genel anlamda olumlu bir
hisle bağdaştırılırken, çiçeklenen bir hayat, cesaret (ki bu zor olabiliyor) ve
şefkat (başkaları adına üzgün hissetmek anlamına gelebiliyor) ve ertelenmiş
tatmin (bu da beklemenin getirdiği sinir bozukluğunu yaşamak anlamına geliyor)
pratiği gerektirir. Üretken ve gelişen bir hayat, sürekli Norveç’te yüzmek ve
balık tutmakla geçmiyor olabilir ama en azından Seligman ve meslektaşları için
bir yaşam olarak tatmin edicidir.
Belki de
mutluluktan bahsetmek yerine üretken ve gelişen bir hayattan bahsetmenin en
büyük sonucu mutluluğu ait olduğu yere, bir duygu statüsüne koyması. Son 200
yılda mutluluk sonsuza kadar mutlu yaşamak türünden geçici bir duygu
olmaktansa, diğer tüm duygular gibi bazen hissedilen bazen de hissedilmeyen bir
durum ya da hal anlamında kullanıldı.” s. 192
“Eğer mutluluğu
hayret gibi gelip geçici, yas gibi karmaşık bir duygu olarak yeniden
düşünürsek, pek çok çelişkisini ve pek çok farklı biçimini bulabilir. Çünkü
kimisi için mutluluk, memnuniyetin sonsuz inlemesiyken, bir başkası için her
şeyin “olması gerektiği gibi” oluşunun esrarengiz hissi ve bir diğeri içinse
insanın içini pır pır ettiren heyecan olabilir; mutluluk aynı zamanda tehlikeli
ve cesurdur. Timsahların üzerindeki mükemmel köprü gibidir.” s. 192
“Fazla nostalji
sisi tatmin olmadığınız bir şimdiki zaman ile çekici bir şekilde ulaşılmaz
geçmiş arasında sıkışmış bir halde bırakabilir. Genellikle uzun zamandır
düşünmediğimiz bir anıyla bağlantı kurmak, arzu ettiğimiz aidiyet, kimlik ve
süreklilik hislerini yaratıyor. Virginia Woolf’un Deniz Feneri’nde yazdığı
gibi, bir şeylerin eski hallerine çevrilen bu istemsiz bakışlar, kaotik
hayatlarımızın içinde değerli taş gibi parlayan uyum ve istikrar getiriyor.
Son zamanlarda
şaşırtıcı sayıda psikolojik çalışma varoluşsal anlam ve toplumsal bağlılık
hislerimizi artırdığını ileri sürerek nostaljik düşüncelerin faydalarının
altını çizdi. Hatta psikolog Clay Routledge kaygı, yalnızlık ve köksüzlük
hisleriyle savaşmak için eski mektupları okuma ve değer verdiğimiz anıların
listesini yapma gibi nostalji egzersizleri önerdi. Çevremizin ve fiziksel
hislerimizin de yardımı olabilir. Korkular üzerinden hatırlama en güçlü ve
çabuk olanı, nörologlara göre bunun nedeni korkuların burun deliklerimizden
doğrudan duyguların ve anıların bulunduğu limbik sisteme geçmesi. Çin’in
güneyinde bir grup araştırmacı nostaljik hislerin soğuk havalarda arttığını
fark edip geçmişi düşünmenin vücut sıcaklığımızı artıran evrimsel bir amacı
olabileceğini iddia ettiler; bir anlamda içimizi gerçekten ısıttıklarını.” s. 201
“Sabun bedene
neyse, gözyaşı da ruha odur, der bir Yahudi atasözü.” s. 224
“18. Yüzyılın son on yılında isyankâr bir grup romantik şair ve ressam bilerek yalnızlık peşinde koşmaya başladı. Bugün yalnızlıktan, uzak durulması gereken, keyifsiz ve kopuk bir his olarak bahsediyoruz. Ama Romantiklerin yalnızlık dedikleri şey, ruhsal ve duyusal deneyimlere vesile olan, fiziksel anlamda tek başına olma durumuydu.” s. 292