Kinyas ve Kayra II, Hakan Günday
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum.
Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için
altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan
vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. Benim adım
Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer
yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar
etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye
korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne
karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen
insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup
tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek
için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını
ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum,
Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi
de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada,
birkaç kırmızı oyun fişiyle.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum,
içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım.
Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye,
ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım,
âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği
çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir
oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda
kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki
önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak
için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için.
Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
Kendimi defalarca buldum, defalarca
kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım.
Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş
sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok
uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı,
masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano
çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine
yattım. Bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri
seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına varılacak
bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var,
ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıyamadım. Zamanım olmadı.
Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss
Piggy. Bütün hayatım boyunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim.
İçinde boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden
bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana
kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç
edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde benim cesedim olacak ancak
bedenimi toprak bile kusacak... Aranızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda,
sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
Gittim, caz dinledim. Duke
Ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınları gördüm... Benim adım yok.
Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim.
Acıyı inceledim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik
kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe yaramak.
Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğdum ! Oysa güneş batıdaydı.
Ben geceye geldim. Aya misafir oldum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak
başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha
çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok.
Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda
on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de
sarmaşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan
öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah
kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl
denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri
bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların
düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş
hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği
günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri
tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten.
Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir
hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir
dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah
kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine,
nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâlıların
başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar
korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses
makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı
tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız
dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve
ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı
yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini
bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine
gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık
tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya
atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş
birbirleriyle!
Ama bütün bunların ne önemi var?
Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı
hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün
görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini
öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet
dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri,
sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı
için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı,
kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken
Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için
bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar
korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı
korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden,
el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih
ettiği bir ölüm var...
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları
çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş
değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını
değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma
fırsatım oldu.
Genel olarak normal olmadığımı
düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği
şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri
arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla
izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata
başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği
benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi
geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve
yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu.
Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım.
Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim.
Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan
bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra
evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel
renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda
yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla
yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün
bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum.
Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra
gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer
olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama
Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip
istemediğimi bilemiyordum.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki.
Şu an bulunduğum noktada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar
yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim
hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir
başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye
kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre
uzakta olması o kadar korkunç ki!
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın
yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa
tek bir kelimesine bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve
görüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan
afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında.
Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim
için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok
ve her şeyimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söylenenleri,
olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi
söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf
edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz
dolanalım."
Sayfa: 22-27