Tütün dükkânının çevresine küçük bir kalabalık toplanmıştı; Otto Trsnjek ve kasap ustası, kalabalığın ortasında her an hamle yapmaya hazır panayır güreşçileri gibi karşı karşıya duruyorlardı.
“Ah,
nihayet sen de kalkabildin demek!” diye bağırdı Franz’a tütün satıcısı.
“Ne
oluyor burada?” diye kekeledi Franz.
“Gözlerini
iyi aç ve bak!”
Otto
Trsnjek’in suratı kıpkırmızıydı, şakaklarında birkaç damar, mavimsi solucanlar
misali kımıldıyordu. Koltuk değneklerinden birini öfkeden titreyen eliyle
havaya kaldırdı ve tütün dükkânını işaret etti. Yaya kaldırımına ve dükkânın ön
cephesine kızıl kahverengiye çalan bir sıvı sürülmüştü. Sanki birisi, kaldırım
ve dükkâna birkaç kova boya ve çamur boca etmişti. Camekâna boyası henüz taze
ve akmakta olan büyük harflerle: DEFOL GİT, YAHUDİ DOSTU! yazılmıştı. Ayrıca
giriş kapısının yanındaki duvarda oval biçimli bir şey parlıyordu. Acemice ve
belli ki, alelacele resmedilmişti. Fakat yine de dev bir insan poposuna
benzeyen duvardaki bu şekil çok rahat seçilebiliyordu: “Kulaklı Kıç” denilen,
herkesin bildiği bir çizimdi bu.
Franz
camekâna doğru bir adım attı ve parmağıyla YAHUDİ DOSTU yazısının “Y” harfine
yavaşça dokundu. Görünüşe göre boyama işi kaba bir fırçayla yapılmıştı ve
dokunulduğunda iğrenç bir his uyandırıyordu: Kenarları kurumuş ve kabuk
bağlamıştı, boyanın biraz daha yoğun olduğu yerler hâlâ yapış yapış ve ıslaktı.
Üstelik mide bulandırıcı bir koku yayıyordu: bozulmuş, tatlımsı, aynı zamanda
da biraz ekşi bir koku.
“Bu
da nedir?” diye sordu alçak sesle.
“Kan!”
diye bağırdı Otto Trsnjek. “Domuz kanı! Pek kıymetli komşumuz Rosshuber
tarafından duvara bizzat sürülmüş!”
“Tabii
öncelikle bunun ispatlanması gerek,” diye lafa girdi kasap ustası rahat bir
tavırla. “Dahası bu kan domuz değil, piliç kanı. Bir çocuk bile hemen anlar
bunu!”
“Tamam,
madem öyle, o halde piliç kanı olsun!” diye patladı Otto Trsnjek. “Peki, kim
bütün gün hayvanlarla uğraşıyor? Ayrıca kim kendi portresini kapımın yanına
resmedecek kadar beyin fakiri acaba? Ve de kim ömrünün yarısı kadar bir
zamandır yakasında gamalı haç taşıyor ve kim onu herkesin gözüne sokmak için
sürekli fırsat kolluyor? Kim ha, kim?”
“Yakamda
ne olduğu seni hiç mi hiç ilgilendirmez,” diye karşılık verdi Rosshuber ve koca
kollarını göğsünde kenetledi. “Ayrıca da duvardaki portre tam da benzemesi
gereken kişiye benziyor!”
“Peki
ya ellerin?” diye kükredi Otto Trsnjek.
“Ne
olmuş ellerime?”
“Üzerinde
hâlâ kan var işte!”
“Başka
ne olacaktı ki? Sonuçta ben bir kasabım!”
Otto
Trsnjek yutkundu. Bir an, sanki değneklerini elinden bırakıp kasap ustasının
gırtlağına yapışacakmış gibi göründü. Fakat aniden, ikiliyi bir çember içine
alan kalabalığa döndü. Olay yerine toplanan insanların sayısı artmış ve çember,
olayın gerçekleştiği noktaya doğru iyice daralmıştı.
“Bu
insan!” diye bağırarak başladı konuşmaya Otto Trsnjek. “Et kıyıcı denilen bu
insan, -gerçi onu sosis dolandırıcısı olarak adlandırmak çok daha doğru olurdu
çünkü sosislerine hiç utanmadan bozulmuş domuz yağı ve talaş karıştırır… Demem
o ki, kendisine insan ve sosis dolandırıcısı denilen bu adamın ellerinde kan,
ayrıca kafasında pislik ve kalbinde hinlik var. Dahası, insan şöyle bir
etrafına baktığında, onun yalnız olmadığını görüyor. Şu ana dek sadece bir
domuz kurban oldu. Ya da hiç fark etmez, isterseniz birkaç piliç diyelim. Şu
ana kadar sadece bir tütüncü dükkânı lekelendi. Fakat size şimdi ve burada
soruyorum: Acaba sıra kime veya neye geliyor?”
Kimse
ağzını açmadı. Birkaç kişi sırıtıyordu sadece, bazıları kafalarını sallıyor,
birileri gidiyor birileri geliyor ve ite kaka seyir meraklısı insanların
arasına dalıyordu.
“Birinin
ellerinde kan var, diğerleriyse öylece duruyor ve ağzını açmıyor.”
Otto
Trsnjek, “Bu hep böyledir!” diye devam ettiği sırada yanında duran Rosshuber,
ağzını hafifçe yamultarak gülümsüyordu. “Bu hep böyledir, hep böyleydi ve de
hep böyle olacak, çünkü muhtemelen bir yerlerde böyle yazılmış. Dahası, insan
türünün aptallıkta sınır tanımayan beynine bu böyle zerk edilmiş. Fakat
benimkine değil, baylar! Benim beynim hâlâ kendi iradesinin emrinde. Sizinle
yola çıkmam, baylar. Yakama gamalı haç takmam, sosis sahtekârlığı yapmam,
suçsuz hanelerin duvarlarına insan kıçına benzer suratlar resmetmek için
karanlıkta kaldırımlarda dolanmam, susmam. Ayrıca bugüne kadar ellerime kan
değil, olsa olsa baskı mürekkebi bulaşmıştır!”
Otto
Trsnjek tüm mecalini yitirmiş gibi görünüyordu. Başı, omuzlarının arasına iyice
gömüldü, ardından bakışlarını kaldırıma çevirdi. Tütün dükkânının önü birkaç
saniyeliğine sessizliğe gömüldü. Otto Trsnjek’in gergin parmakları arasındaki
değnek tutamaçlarının gıcırtısından başka bir ses duyulmuyordu. Derken,
tutukluğunu yendi. Uzun uzun burnunu çekerek tekrar doğruldu, kasap ustasına
döndü ve son sözlerini ağzından birkaç damla tükürük saçarak ona doğru
haykırdı: “Bir şey daha, Rosshuber! 1917’de bacaklarımdan birini vatan uğruna
çamurlu bir deliğin içinde bıraktım. Banaysa bu teki kaldı. Yaşlı bir bacak ama
kalça bölgesi oldukça kuvvetli ve bazen kendini yalnız hissetse de,
gerektiğinde birinin kıçına hâlâ tekme atabilecek durumda!”
Ardından
kasap ustasını kalabalıkla birlikte orada bıraktı ve iki kuvvetli değnek
hamlesiyle tütün dükkânın içerisinde gözden kayboldu. Kapı ardından öyle
şiddetli kapandı ki, camlar şangırdadı ve çan çınlamaları bir fortissimonun[1] giderek
yükselen gürültüsüne dönüştü.
Bu
olaydan sonraki haftalarda Franz kızı aramak için yine lunaparka gitti.
Saatlerce sokaklarda ve dar yollarda dolandı, birahanelerde oturdu veya
gondolun önünde dikildi. İçinde dinmek bilmeyen bir umut vardı; saman sarısı
saçlarıyla o yüz, ansızın bir yerlerden çıkıp güneş gibi doğacaktı. Nafile bir
çabaydı bu.
[1] Fortissimo, bir müzik yapıtının kimi bölümlerinin çok
güçlü çalınacağını belirtir. (ç.n.)