“Müzeyyen,” dedim
fısıldayarak, “Müzeyyen, ben ölüyorum.”
“Ölen sen değilsin,” dedi biri. Ukala bir sesti. Niyetinin
kötü olmadığını sezdim. Masadaydım. Mum hâlâ yanıyordu.
Derin bir nefes aldım. Saat kaç olmuştu? Yatsa mıydım?
Etrafıma baktım, birinin benim adıma karar vermesini bekledim. Boşunaydı.
Boş… Boşuna… Boşa… kelimenin sesi beni topladı. Kalktım. Yatak odasına
girdim. Aynı anda iki zıt duygu birden geldi: Odadan çıkmak ve odada
kalmak.
Aynayı görmesem çıkacaktım. Giysi dolabının bir kapısı yarım
açıktı. Kapı açıyla duruyor, üzerindeki aynada kendimi görüyordum. Ben
kendimi, en sivil hallerimin tanığı olan mekâna giren adam olarak
hissederken, ayna beni, arkasında boş bir koridor olan adam olarak
gösteriyordu.
“Ayna,” dedim fısıltıyla.
“Buyurun benim,” dedi.
“Ayıp olmuyor mu ayna?” dedim, “Bizi burada yanlış pozisyonda,
dış kapının mandalı gibi gösteriyorsun. İlgisiz, alakasız, yabancı ve
arkasında koridor boşluğu duran ve hani geri dönüp o boşluğu kat ederek,
daire kapısına yönelebilecek ve hatta yönelmesi gerek biri gibi.”
“Nasıl görünmek isterdin?” dedi.
Bu tavır, bu kendinden çok fazla emin, ukala tavır beni
öldürürdü.
“Ayna,” dedim, “seni bölük bölük bölerim.”
“Denememeni tavsiye ederim,” dedi, “bölünerek çoğalırım ve
çoğaldıkça fazla suret veririm, hoşuna gitmez.”
Bana psikolojik çözümleme yapıyordu. Kendimi görmekten ya da
kendimi “yalnız biri” görmekten huzursuz olduğumu ima ediyor, şantaj
yapıyordu. Fakat teknik olarak haklıydı. İti, iki yüz parça yapsam, alt
açı, üst açı derken ortalık karışacaktı.
“Ulan,” dedim, “ayna… Seni yüz parça yapar, parçalarını şehrin
varoşlarına dağıtırım. Öyle bir yerleştiririm ki parçalarını, ömrün bir
araya gelmek için kıçını yırtmakla geçer. Sen parçalarını bir araya getirip
kafanı toplarken, şehir alır başını başka bir yere gider, ayvayı yersin.”
Başka zaman olsa yapardım. Fakat buraya üzüm yemeye gelmiştim.
Bağcıyı dövsem, keyfim kaçacak, konu sapacaktı. Yine de, bu yukarıdan bakan
tavrını yanına bırakamazdım pezevengin. Kaptım plastik boyayı, fırçayı,
bastım yüzüne.
Henüz boya ile kapatılmamış, küçük bir açıklık kalmıştı ki,
ben gittim Müzeyyen’in yansıması geldi. İlk günlerimizin birinde aynanın
önünde durmuş ve orada başka bir kadını gördüğünü söylemişti. Bedeni
Müzeyyen olan başka bir kadın.
“Aynadaki kadın benim zıttım,” demişti, “ ben ne kadar ev
haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben
gündüzüm, o gece… Çapkın, güçlü, özgür.”
O böyle aynaya bakıp konuşurken, birtakım resimler refleks
hızıyla geldi. Şık kâğıtlara basılı kadın dergilerinden, reklam
filmlerinden, video kliplerden falan.
Resimleri gönderdim. Birinin kendine ait hallerini, başka
hallerin mihenk taşlarına sürtmekte yakışıksız bir şey vardı. Ayrıca ben
Müzeyyen’e tavdım. Gönül “ak”a da konardı, başka renge de.
“Şu kadın ile tanışsak Müzeyyen,” diyecek oldum, yeri değildi.
Müzeyyen’in aynada gördüğü kadını resmediş tonunda, mavrayı abes kılan bir
derinlik vardı. Bu tonda söylenmiş bir düş cümlesi bile, bugün yarın
gerçeğe fark atar, onu katlayıp, bir kenara koyardı. O kenarda, “katlanmış
gerçek rolünde yatan, ben olabilirim” vari bir his, alt yazı olarak hızla
geçti.
“Müzeyyen,” dedim, “sende hicran yarasından derin yara mı
var?”
Verdiği cevabı alıp, suda eritip, yemeklerden sonra bir
kaşık : “Ben böyleyim.”
İlhami Algör
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, s. 34-36
|